Etiketler

Mevlana’dan bir anekdot rivayet edilir:

“Dört ayrı milletten dört kişi arkadaş olmuş, seyahat ediyorlardı. Paraları yoktu. Birisi, bunların haline acıyarak bir lira verdi. İçlerinden Arap olan:
-Arkadaşlar, dedi. Bu parayla ‘ineb’ alalım. Benim canım ineb istiyor.
İranlı itiraz etti.
-Hayır, dedi ‘engur’ alalım…
Rum olanı dedi ki:
-Hayır arkadaşlar, ne ineb, ne engur… Bize şu sıcakta ‘istafil’ iyi gelir. İstafil alalım.

Sonunda Türk dayanamadı:
-Ben sizin istediklerinizin hiçbirisini istemiyorum. Bu parayla üzüm alalım, dedi. İneb’ti, engur’du, yok üzüm’dü, istafil’di diye tartışmaya başladılar. Derken iş kavgaya döküldü, yumruk yumruğa dövüşüyorlardı. O sırada bilgin, kadri yüce bir kişi, oradan geçiyordu. Kavganın sebebini sordu, her birisini ayrı ayrı dinledi. Sonunda anladı ki bu dört adam da “aynı şeyi söylüyor, yani üzüm istiyorlardı.” Ellerinden paralarını aldı:
-Susun, dövüşmeyin… Ben bu bir lira ile hepinizin istediğini yerine getiririm. Gönlünüzü bana teslim edin. Bu bir liranız, istediğiniz şeylerin hepsini yapar, muratlarınızı yerine getirir, diyerek çarşıya koştu. Bir liralık üzüm aldı, önlerine koydu. Kavga da bitmişti, dövüş de…”

Muhatabı dinlemek ve empati kurmak, belki de hayattaki en önemli mihenk taşıdır. Neden? Demodeleşmiş lakin klasik haline gelmiş bir ifade olacak lakin “insan sosyal bir varlıktır”. Bir o kadar da acizdir. Acizdir bir o kadar da zayıftır. Yani insan kendi kendine yetemez, ‘küçük dağları ben yarattım büyükler de dedemden miras’ anlayışında olan bir kişinin eninde sonunda burnu sürtülür ve elinden tutacak bir ‘el’ arar. İnsan muhtaçtır, asla yalnız kalamaz. Zira yalnızlık, teklik yaratıcıya mahsustur. İnsan ictima-i hayatın bir unsuru konumundadır ve etrafındakilerle irtibat halinde olması kaçınılmaz bir mecburiyettir.

İnsanlar ile iletişim kurmak zorunda olan şahıs, haliyle birbirleriyle anlaşmak zorundadır ki hayatı nı idame ettirebilsin. Bunun için insanlar konuşup anlaşsın diye ‘dil’ bahşedilmiştir. Bilindiği üzere dünya üzerinde sayısını kesin olarak saptayamayacağımız kadar çok dil var. Afrika’da yalnızca birkaç kabile tarafından konuşulan ilkel dillerden tutun da yaklaşık iki milyar insanın konuştuğu Çince’ye kadar belki de yüzlerce dil mevcut. Yani insanlar, aralarında iletişim kurmak için o kadar dil tahsis etmiş. Dili, dar anlamda, ‘belli gramatiği haiz sözcük istifleri’ olarak algılasak da aslında dil, anlaşmayı sağlayan her şeydir. Jest, mimik, resim, müzik vs. her türlü araç ile insanlar iletişim kurabilir. Yeri gelir bir müzik ansiklopediler dolusu bilgiden daha çok şey öğretir; yeri gelir bir dostça gülümseme günlerce konuşmaktan daha etkili olur. Öyle ya da böyle, insanlar iletişim kurmak, birbirleriyle ‘uzlaşmak’ zorundadır. Uzlaşmak işteş bir fiildir, hatırlayın lise dil ve anlatım bilgilerinizi; işteş fiil karşılıklı veyahut birlikte yapmak anlamı içeren eylemleri ifade eder. O halde, bir insan yetmez uzlaşı için; en az iki insan gerekir ki diyalog kurulabilsin. Diyalog kurmak bir uzlaşmanın temelidir, diyalogun daha da ileri aşaması çok çeşitli görüşlerin bir megalog tesis etmesidir ki ikiden fazla insanın uzlaşma araması şeklinde anlaşılabilir. Megalog çağımızın çok boyutlu ve çok taraflı problemlerini çözmede kaçınılamaz bir metodtur. Toparlarsak, karşılıklı veya birlikte uzlaşılır, yine başta ifade ettiğimiz cümleye geri dönmek iktiza ediyor ‘insan sosyal bir varlıktır’. So what? Serzenişlerini duyar gibiyim, yanisi şu, uzlaşmak zorundadır; tek olamaz insanoğlu. İletişim kurmak zorundadır. Birbirini anlamak zorundadır. Anlamak için konuşmak, haliyle dinlemek durumundadır.

İnsanoğlu ictimai bir varlıktır ama bir o kadar da bencildir. Bu anlayışı T.Hobbes dillendirmiştir bir nevi ‘İnsan insanın kurdudur.’ Hobbes’a göre insan egoist bir varlıktır, yalnızca kendi çıkarını düşünür ve bu doğrultuda bir yaşam sürer. Bu anlayış bir bakıma doğrudur, zira insanda nefis denen bir mefhum mevcuttur ve ‘nefis kötülüğü emreder’ fehvasınca daima adeta ‘Rabbena, hep bana!’ der. Modernitenin adeta aynı kalıptan çıkma insanları da nefsinin, moda tabiriyle benliğinin kölesi olur ve nefsinin arzuları doğrultusunda çıkarlarının peşinde koşar başkalarını umursamaz. İşte sorun da bu noktada baş gösterir. İnsan kendi istediği olsun ister hep. Karşısındakini dinlemeyi aklına bile getirmez, toplumların en büyük eksiği genelde dinlemeyi bilmemektir. Mezkur hikayede de insanlar birbirlerini tam olarak dinleyip empati kurmadıkları için aynı şeyi yani ‘üzüm’ istedikleri ‘birbirlerini dövmüşlerdi’. ‘’ Hani derler ya, ‘çocuğuna susup dinlemeyi öğret konuşmayı vakti gelince zaten kendiliğinden öğrenir’ ;aynen öyle, önce dinlemeyi öğrenmek gerekir. Dinlemek karşıdaki şahsı anlamaya yönelik icra edilen bir eylem olduğundan dolayı iletişimin ve uzlaşmanın olmazsa olmazıdır. O halde, dinlemek ve kendini karşındakinin yerine koyup bir de onun gözünden olaylara bakmak ‘bakış açısını değiştirmek’ elzemdir.

Ne  var ki gerek dünya çapında gerekse ülkemizde empati kurma problemi hat safhada maalesef. İnsanlar konuşmaya çekiniyor. Konuşanlar da susup dinlemekten ictinap ediyor, susmuyor. “Karşımdaki ne diyor acaba, ne gibi sorunları var, benim bu sorunlarda herhangi bir dahilim söz konusu mu, gel kardeşim derdin ne?” demek yok. Varsa yoksa ‘odunumun parası’ hesabı sadece kendi isteklerini dile getiriyor. Kaçırılan bir nokta var o da “empati”, uydurukçadaki karşılığı ise “duygudaşlık”. Mana itibariyle derununa duhul edersek de ‘kendini karşıdakinin yerine koyup onun penceresinden dünyaya bakma durumu’. Maalesef toplum olarak bu konuda büyük sıkıntı yaşıyoruz. 75 milyondan müteşekkil bir ülkede yaşıyoruz. Coğrafya itibariyle çok çeşitli kültürlerin beşiği olan bu topraklarda, ‘Nereden öğrendiği meçhul kim kulağına fısıldamış o da bilinmiyor bir 36 etnik unsurdan bahsediyor. Beşini altısını sayıyor gerisi yok!’ denilse de hatrı sayılır ölçüde farklı ırktan, dinden, dilden, cemaatten, gruptan vs. insan yaşıyor. İster kabul edin, ister etmeyin, ister asimile etmek için yıllarınızı feda edin isterseniz de farklılıklarımız zenginliklerimiz deyip kucaklayın; bu ülkede çok çeşitli renklerin barındığı gerçeği değişmeden duruyor. Bu ne demek peki? Bu şu demek, bu ülkede mademki çeşitlilik had safhada, o halde insanların, ötekileştirmeden, sizden-bizden-onlardan demeyip topyekûn bir kucaklama ile birbirlerine sarılmaları ve farklılıkları zenginlik olarak görmeleri birlikte yaşamın idamesi açısından son derece önem arz etmektedir. ‘Farklı söylüyorsa yanlıştır’ mantığından sıyrılmak gerekir. ‘Benden olsun da çamurdan olsun’ gibi ilkel bir anlayıştan vazgeçmek en mantıklı harekettir. ‘Biz-onlar’ gibi cehalet mahsulü bir bölünme yerine ‘doğru-yanlış’, ‘mantıklı-saçma’ şeklinde, kişiler üzerinden değil de olaylar, problemler üzerinden yürütülen bir siyaset ülkenin bekası açısından elzemdir.

Yazımızın birçok yerinde de vurguladığımız üzere, bahislerden çıkan sonuç; sorunların çözümlerinde diyalog en önemli unsurdur. Şiddet veya bastırma çabaları sonuç vermez, verse de uzun soluklu olmaz asla. Sorunları siyaset yoluyla diyalog yoluyla çözmek gerekir. Siyaset başarısız olursa, şiddet iktidarı ele geçirir ki buna izin vermemek temel unsurdur. Diyalog, sadece günümüz ve gelecekle ilgili olan bir şey değildir. Diyalogta çok önemli olan nokta; insanların geçmişlerini dinlemek. Neden? Çünkü geçmişimiz, üzerimizde çok büyük etkiye sahip. Benim, olmasından korktuğum şeyler, zaten geçmişte başıma gelmiş olan şeyler. Birçok kez bir şeyin benden alınacağından korkuyorum. Neden? Çünkü geçmişte bu benim elimden zaten alındı. Bu anlayış gayet doğaldır, zira geçmişimiz şimdiki düşüncelerimize yön verir ve geleceğimizi şekillendirir bir bakıma. Dolayısıyla insanların geçmişlerinden sıyrılması mümkün değildir. Yaşadıklarınızı unutmak, her fırsatta ‘flash-back’e maruz kalmamanız belki olanak dışıdır. Hep kendi tarafınızı düşünürsünüz genel itibariyle; ama unutmamak gerekir ki karşı tarafı da düşünmek zorundasınız. Buradan olarak öncelikle insanların bir araya gelmesi, konuşması ve birbirlerine saygı duyması gerekiyor. Saygı hissetmeleri gerekmez. Size saldıran birine saygı duyamazsınız, size kötü davranan birine saygı duyamazsınız. Ancak saygılı davranmalısınız. Saygı ile dinlemelisiniz ve bu saygıyla dinleme başladığında nelerin mümkün olabileceğine inanamazsınız. Çözüm kısa vadede gelmez, yıllar alabilir ama taraflar istediğini tam teşekküllü elde edemeyebilir. Uzlaşmak her iki tarafın her istediğini elde etmesi demek değildir; uzlaşmak demek insanların bir olay etrafında asgari müşterekte hemfikir olması demektir ki birlikte yaşamak da bu şekilde mümkündür. Asgari müşterekte uzlaşma sürecinde, iki taraf da bu sorunun aldığı canlara ihanet ettiğini düşünür; ama bu yolda ben kaybettim başkası kaybetmesin anlayışı ile hareket ederek ortak bir çözümde uzlaşmak gelecek nesillerin duasını almak için olmazsa olmazdır. Bu çok zordur biliyorum ama hayat da zordur. Bu noktada durup şunu demek gerekir, bu sorunu çözmek gerekiyor mu? Çözmek için bedel ödenecekse buna hazır mıyız? Çözüm pahasına hayatımı ortaya koymaya hazır mıyım? Yanıt evet ise, “gelecek ne zaman gelecek diye hiç düşünmeyin.”

Gelecek elbet bir gün gelecektir.

Hoşça bakın zatınıza…